A. Matematik Araştırmalarında Geçmişe bir Bakış
Türkiye’de matematik alanındaki araştırma ve geliştirme (A+G) faaliyetlerinin bugünkü durumunu saptayabilmek, sorunları teşhis edebilmek ve doğru hedefleri saptayarak yanıltıcı olmayan önlemleri alabilmek için, geçmişe dönmek ve hangi olguların hangi sonuçlara götürdüğünü incelemekte yarar vardır. Amacımız Türkiye Matematik tarihini incelemek olmadığı için, geçmişte yaşanan ve olumlu ya da olumsuz sonuçlar doğuran temel olguları sıralamakla yetineceğiz. Bunu yaparken, genel ilke olarak, matematiği temel bilimlerin ayrılmaz bütünü içinde sayacak ve çoğunlukla o bütünü birden gözleyeceğiz.
Türkiye’de temel bilimlerin gelişmesi ilk ve sağlam girişimler, genç Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Atatürk’ün önerisi ile yapılan 1933 Üniversite Reformu ile başlar. Bu tarih matematik bilim dalında da ciddi araştırma ve bilim adamı yetiştirme hareketlerinin başladığı tarih sayılabilir. Daha önceki zamanlarda yetişen matematikçiler tesadüflerin ya da kişisel zevklerin ortaya çıkardığı birkaç isimdir. Bunların matematiğe katkıları da dağınık alanlarda, öncesi ve devamı sağlanamayan kişisel çabalar olarak kalmıştır. Örneğin, 1990-1914 yılları arasında Uluslararası Bibliyografyalarda adı geçen üç Türkiyeli matematikçi vardır. Bunlar Vidinli Tevfik Paşa, Salih Zeki ve Mehmet Nadir’dir. İstanbul’da 1910 yılında kurulan Darülfünun ve arkasından açılan Fen Fakültesi, temel bilimlerin sürekliliği olan bilimsel çalışmalara başlangıç sayılmalıdır. 1913 yılından sonra Fransa’dan, Almanya’dan ve Avusturya’dan iki yıllık süreler için profesörler çağırılırken; doktora öğrenimi için öğrenciler Avrupa’ya gönderilmeye başlanmıştır. Bu hareketler sürekli ve sistemli bilim yapma ve bilim insanı yetiştirme dileğinin belirtileridir. Matematik alanında ilk doktorayı (mekanik) Kerim Erim 1919 yılında Enlangen Üniversiteinde yapmıştır.
Ancak Osmanlı İmparatorluğunun çöküşüne ve Birinci Dünya Savaşına rastlayan bu girişimlerin devamı sağlanamamış ve meyveleri alınamamıştır. Bu kesinti Ulusal Kurtuluş Savaşının kazanılıp Cumhuriyet’in kuruluş aşamasının sonuçlandırılmasına kadar devam etmiştir. Kazanılan savaşın ve yaratılan yeni devletin şevk ve heyecanı, ulusun her alanda yeni atılımlara girmesi için vesile olmuş ve olağanüstü başarılar sağlayan deha Komutan ilim ve fende de çağdaş düzeye ulaşmayı hedef olarak 1933 de Darülfünunu kapatarak İstanbul Üniversitesini açmıştır. Üniversitenin gerçek anlamda bilim yuvası olmasını; bilgiyi üretecek araştırma ve geliştirme çalışmalarının yapılmasının istedi. Bu işlerin yapılması için, genç devletin hiç de dolu olmayan hazinesini bilim için açmaktan çekinmedi. O günlerde Almanya’da Nazilerin Yahudilere karşı giriştiği baskı hareketleri, İstanbul Üniversitesinin gelişimini sağlayan bir etken olmuştur. Faşizmin baskısından kaçan değerli Yahudi bilim insanı (sayıları 36 olarak bilinmektedir) zamanın MEB tarafından Türkiye’ye davet edilmişler, yüksek ücretler ödenerek Üniversitede yetkiyle uzun yıllar çalıştırılmışlardır. Bunlar bir taraftan bilimsel araştırma geleneğini kurmuşlar, diğer yandan da genç bilim insanlarının yetişmelerine önemli katkılarda bulunmuşlardır. 1933 yılından sonra araştırmalar nitelik ve nicelik yönünden artarak ikinci Dünya savaşına kadar sürmüştür. Savaş yıllarında, zorunlu olarak, bir yandan araştırmacılar askere çağrılmış böylece yeni yeni oluşmakta olan araştırma grupları dağılmış; öte yandan da savaş psikolojisi ve ekonomik zorluklara ek olarak dış ülkelerde beliren cazibe merkezleri yabancı bilim adamlarının Türkiye’den ayrılmalarına neden olmuştur. Bütün bu etmenlere karşın, 1933 reformuyla kurulan sağlam gelenekler savaş yıllarını da aşarak uzun yıllar boyunca ayakta kalabilmiştir.
Bilimsel araştırmalarda heyecan ve istek, üst yönetimin ve giderek toplumun bu işe verdiği önem ve ağırlığa paralel gelişmektedir. Çok partili düzene geçildikten sonra, birçok alanda olduğu gibi, bilgi ve teknoloji üretme alanına üst yönetimin ve toplumun verdiği önem ve ağırlık değişmiştir. Bu olguya eklenen ekonomik zorluklar, bilimsel çalışmalardaki şevk ve heyecan ile birlikte kurulan bilimsel gelenekleri de yıkmıştır.
Bunun sonucu olarak, toplumun değişen değer yargıları, en yetenekli gençlerin üniversiteye katılmasını ve araştırmacı olmalarını önlemiştir. Eğitim- öğretim çalışmalarında, her düzeyde yapılan yanlışlar, uzun yıllar sonra ortaya çıkmakta ve telafisi olanaksız olmaktadır. Bugün (1982) karşı karşıya bulunduğumuz bilim insanı yetersizliği, büyük ölçüde, o dönemdeki yıkıntıya bağlıdır.
1960 yılından sonra ülkenin kalkınmasının bilim ve teknolojide yaptığı aşamalara bağlı olduğu gerçeği yeniden algılanmıştır. Bunun gereği olarak, bilimsel çalışmalara yeni bir ruh kazandırılmak istenmiştir. Bir yandan Üniversiteye layık olduğu değer yeniden verilmeye çalışılırken, diğer yandan da TÜBİTAK kurulmuştur. TÜBİTAK’ın yetenekli gençleri burslarla destekleyerek bilim adamı yetiştirmek için giriştiği çabalar olumlu sonuçlar vermiştir. Bugün üniversitelerimizde ve araştırma kurumlarımızda çalışan ve bu yolla yetişen çok değerli genç bilim insanları vardır. Ne yazıktır ki bugün TÜBİTAK kuruluş yıllarının dinamizmini kaybetmiş ve bürokratik bir kuruluş haline dönüşmüş görünmektedir.
Çok yetenekli gençleri temel bilimler alanına yönelterek, ülke düzeyinde bu alana olan talep azlığını gidermek amacıyla kurulan Fen Lisesi, ilk yıllarında kuruluş amacına uyan hizmetler vermiştir. Ancak, hızlı ekonomik ve sosyal yapı değişiklikleri, toplumun değer yargılarını yeniden değiştirmiştir. Bunun sonunda, 1970 yıllarından itibaren yetenekli gençlerin temel bilimlere ilgileri azalmış, cazibesi daha fazla olan meslek alanlarına yönelmişlerdir. Bunun doğal sonucu olarak, Fen Lisesi Üniversite Giriş Sınavlarına bir hazırlık okulu olmuştur.
................
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder